Prof. Dr. Nevzat Tarhan: “Empati, toplumsal iyileşmenin anahtarıdır”
Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Psikoloji Bölümü, Psikoloji Kulübü ve Pozitif Psikoloji Kulübünün düzenlediği “Prof. Dr. Nevzat Tarhan ile Psikoloji Sohbetleri” etkinliğinin 5’incisi gerçekleştirildi. Katılımcıların yoğun ilgi gösterdiği etkinlikte; narsisizm, benlik dengesi, empati, umut ve sosyal bilimlerin rolü üzerine dikkat çekici değerlendirmelerde bulunan Tarhan, empati yoksunluğunun narsistik kişiliğin temelinde yer aldığını söyledi. İnsanın sevgisini kendinden çevresine yönlendirdikçe olgunlaştığını ifade etti. Akıl ve duygunun birlikte çalışmasının karar süreçlerinde denge sağladığını vurgulayan Tarhan, Z kuşağının anlam arayışına dikkat çekti. Empatinin bireysel ve toplumsal iyileşmenin anahtarı olduğunu, umut ve denge kavramlarının önemini anlattı.


Üsküdar Üniversitesi Güney Yerleşke Fuat Sezgin Konferans salonunda düzenlenen etkinliğe Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Deniz Ülke Kaynak başta olmak üzere fakülte akademisyenleri ile öğrenciler katıldı.

“Hepimizde bir ölçüde narsisizm var”
Narsistik kişilik yatırımını ele alan Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan; “Narsistik kişilik var bir de narsistik kişilik bozukluğu var. Aslında hepimizin içinde bir narsistik çekirdek bulunur. Yani ‘Ben narsist değilim.’ diyen kişi yanılıyor çünkü hepimizde bir ölçüde narsisizm vardır. En narsist varlık çocuktur. Freud’un söylediği gibi çocukta primer narsisizm dediğimiz bir durum vardır. Çocuk doğuştan narsisttir. Kendini dünyanın merkezinde sanar ve her şeyin onun etrafında döndüğünü düşünür. Çünkü sevgi yatırımını tamamen kendine yapar. Narsisizm aslında sevgi yatırımını nereye yaptığınla ilgilidir. Sevgi yatırımını kendine yapan kişi narsist olur ve kendini dünyanın merkezinde görür. Çocuk da başlangıçta sevgisini kendine yöneltir. Ancak büyüdükçe fark eder ki annesi var, babası var, çevresinde başka insanlar var. O zaman sevgi yatırımını önce annesine sonra babasına, kardeşlerine, oyuncaklarına yöneltir. Zamanla arkadaşlarına, ülkesine, insanlığa, varoluşa, hatta yaratılışa kadar genişletir. Kısacası insan gelişmişlik düzeyine göre sevgisini farklı yönlere dağıtmayı öğrenir.” diyerek sözlerine başladı.
Narsistik kişilik, liderlik hastalığı gibidir…
Liderin eleştiriye kapalı hale geldiğinde hata yapabileceğini belirten Tarhan; “Narsistik kişilerin en belirgin özelliği empati yoksunluğudur. Zaten kötülük üzerine yazılan bütün kitaplara baktığınızda temelinde hep empati eksikliğinden söz edilir. Narsistik kişilik özelliklerine sahip insanlar empati kuramaz sadece kendi çıkarlarına odaklanırlar. Düşünceleri, hesapları, ilgileri hep kendi menfaatleri üzerinedir. Bu kişiler övgüyle beslenir. Övülmediklerinde sudan çıkmış balık gibi rahatsız olurlar. Övgü aldıklarında ise sanki seni kazanmış, seni teslim almış gibi hissederler. Ancak onlara gerekçeli bir şekilde ‘hayır’ dediğinde bu kez kendilerini kanıtlamak için büyük bir çaba içine girerler. Narsistik kişilik genellikle bir liderlik hastalığı gibidir. Bu durum sadece siyasi liderlerde değil iş dünyasında da sıkça görülür. Bir lider eleştiriye kapalı hale geldiyse hata yapmaya başlıyor demektir. Bu tür insanlarda en sık gördüğüm şey başarı odaklı yaşamalarıdır. Kendilerini akıllı ve yetenekli olarak tanıtmak onlar için büyük bir haz kaynağıdır. Bütün amaçları çevrelerine bu imajı vermektir. Birisi onları eleştirdiğinde bunu düşmanlık olarak algılarlar. Hatta bazen övülmemeyi bile bir tehdit gibi görürler. O kadar ileri giderler ki kendilerini övmeyen kişiyi doğrudan düşman kategorisine alabilirler.” ifadelerini kullandı.

Rasyonel aktör yalnızca akıl değil, duygular da karar süreçlerinde aktif…
Duyguların karar verme sürecinde aktif olduğunu söyleyen Tarhan; “Hepimizde narsistik şartlanmalar var. Bu hızlı düşünmeyle çok bağlantılı bir durum. Kahneman’ın ‘Hızlı ve Yavaş Düşünme’ adlı kitabı var. Kendisi bir psikolog olmasına rağmen 2000’li yıllarda davranışsal iktisat alanında Nobel Ödülü aldı. Çünkü insanın satın alma davranışında psikolojik etkenleri araştırdı. Klasik ekonomi insanı homo economicus olarak tanımlar. Yani insan akılcı bir varlıktır. Kâr zarar hesabı yapar, rasyonel düşünür ve ona göre karar verir denir. Oysa Kahneman, ‘İnsan homo economicus değil, homo psychologicus’tur.’ diyor. Yani insan sadece ekonomik değil, psikolojik bir varlıktır. Rasyonel aktör yalnızca akıl değildir duygular da karar süreçlerinde aktiftir. Bugün artık biliyoruz ki duygularını yönetemeyen insan aklını da yönetemiyor. Bu yüzden akıl ve duygunun birlikte çalışması çok önemli. Eğer bir insana duygu regülasyonunu öğretirseniz o kişi düşüncelerini de daha sağlıklı biçimde yönetebilir. Bilişsel Davranışçı Terapi’de (CBT) artık sadece düşünce odaklı değil duygu odaklı yaklaşımlar da kullanılıyor. Çünkü beyin önce düşünüyor, ardından o düşünceye bir duygu eklenirse bu inanışa dönüşüyor. Bu inanış tekrarlandığında yaklaşık altı haftada alışkanlık, altı ayda ise kişilik haline geliyor.” şeklinde konuştu.
“Anlam ve amacı olan biri kolay kolay hata yapmaz”
Z kuşağının tehdit yerine fırsat olarak görülmesi gerektiğinin altını çizen Tarhan; “Geçmişten günümüze kuşak çatışması hep var. Mısır papirüslerinde de var, Babil tabletlerinde de var. Sokrates bile kuşak çatışmasından şikâyet etmiş. Yani bu hep olacak, insanlık tarihi boyunca süregelen bir olgu. Bu çağda bilginin yarı ömrü çok kısaldı, bilgi hızla değiştiği için Z kuşağıyla diğer kuşaklar arasındaki farklar daha belirgin hale geldi. Dışarıdan bakınca benmerkezci ve konformist görünebilirler ama masumiyet duyguları ve adalet beklentileri çok yüksek. Ben Z kuşağını tehdit olarak değil fırsat olarak görüyorum. O yaşın gereği olarak Z kuşağı kendini dünyayı kurtaracak gibi hissediyor, bu normaldir. Sonra olgunlaştıkça ‘Başkaları da varmış.’ diyecekler bazıları 40’ında ‘Babam haklıymış.’ diyecek. Eğer Z kuşağından yanlış davranışlar görüyorsak genellikle bunun nedeni onların kusuru değil çevredeki ve ailedeki rol modellerin eksikliğidir. Şu an benim en büyük kaygım, Z kuşağının yaşadığı anlamsızlık ve amaçsızlık hissi. Çünkü anlam ve amacı olan biri kolay kolay hata yapmaz. Eğer Z kuşağına uğrunda yorulacakları, çile çekecekleri bir ego ideali yani anlamlı bir hedef verirsek onlar kayıp nesil olmazlar. Aksine topluma katkı yapan, sorumluluk alan bireyler olurlar.” dedi.

“Empati, bireysel ve toplumsal iyileşmenin anahtarıdır”
Anlam mutluluğunun beyne öğretilmesi gerektiğini söyleyen Tarhan; “Şu anda içinde yaşadığımız küresel kültür yani popüler kültür dopamin odaklı bir kültür haline geldi. Dopamin, haz hormonudur. Kısa sürelidir, satın alınabilir, geçicidir. Oysa serotonin anlam odaklı bir nörokimyasal sistemdir, yavaş oluşur ama uzun süreli ve kalıcı bir haz sağlar. Yani beynin anlam ağı serotoninle olgunlaşır. Biz dopamin toplumu olduğumuzda, yaşamı kısa vadeli hazlar üzerinden yaşamaya başlıyoruz. Bu aslında yeni bir şey değil. Aristoteles 2 bin 500 yıl önce söylemiş ‘Mutluluk iki türlüdür.’ diyor. Biri haz mutluluğu yani hedonik mutluluk diğeri ise anlam mutluluğu yani ödomanik mutluluk. Günümüzde bunun nörobiyolojik karşılığı da bulundu. Haz mutluluğu dopamin salgılatır anlam mutluluğu ise serotonini artırır. Akıllı insan, beynine anlam mutluluğunu öğretendir. Çünkü anlam ve amaç odaklı yaşayan bir beyin uzun vadeli mutluluk üretir. Beynini anlam ve amaçla çalıştıran kişi, mutlu olmayı öğrenir. Dopamin odaklı yaşayan kişi bir şeyi kaybettiğinde hemen çöker, bunalıma girer. Bu yüzden ego idealimizi anlam odaklı kurmamız gerekiyor. Yani iyi bir psikolog, iyi bir hekim olmak istiyorsak önce iyi bir insan olacağız. Çünkü iyi insan olmanın temeli empatidir. Empati, başkasının hak ve ihtiyaçlarını düşünebilmektir. Bunu başarabilen kişi hem kendi narsisizmini tedavi eder hem de karşısındakiyle gerçek bir duygu bağı kurar. Empati, bu anlamda sihirli bir kavram. Hem bireysel hem toplumsal iyileşmenin anahtarıdır.” ifadelerini kullandı.
Benlikler arası denge çok önemli…
İnsanın ideal bir ‘Ben’e sahip olması gerektiğini vurgulayan Tarhan; “Her insanın bir benlik seviyesi vardır. Bu kişinin kendini nasıl algıladığıyla ilgilidir. Eğer bir insanın benlik seviyesiyle benlik algısı birbirine yakınsa o kişi kendisiyle barışıktır ama benlik seviyesi benlik algısının altındaysa kişi kendini yetersiz hisseder. Bu da depresif bir ruh haline yol açar. Benlik seviyesi benlik algısının üzerindeyse kişi kendini olduğundan fazla görür, bu da narsistik bir tablodur. Bir de insanın olduğu benlikle olmak istediği benlik vardır. Eğer kişi bu ikisini birbirinden ayıramıyorsa yani gerçek benliğiyle ideal benliğini karıştırıyorsa orada kişilik sorunları ortaya çıkar. Bu yüzden kişinin benlik algısı, benlik seviyesi ve ideal benliği arasındaki denge çok önemlidir. Her insanın bir ideal beni olmalı ama o ideali ulaşılmaz bir hedef değil yön gösterici bir pusula olarak görmek gerekir. Bireysel psikoloji bu konuları derinlemesine inceler. Terapide de kişiye bu farkındalığı kazandırmak yani kendine dışarıdan bakabilmesini sağlamak çok değerlidir. Kişi kendini bu gözle değerlendirmeye başladığında içsel olarak büyük bir farkındalık yaşar.” şeklinde konuştu.

“Umut, insanın en vazgeçemeyeceği duygudur”
Terapide umut ve dengeyi çalışmanın önemini anlatan Tarhan; “Pozitif psikoterapinin iki ana sütunu da umut ve dengedir. Bir insana umut veremiyorsanız terapi yapamazsınız. Viktor Frankl ‘İnsanın Anlam Arayışı’ kitabında da söyler. Acıya anlam kattığınızda acı yönetilebilir hale gelir. Savaşı bile yönetebilmenin yolu ona anlam katmaktan geçer. Çünkü anlam katmadığımız şeyi yönetemeyiz. Ümitsiz bir insanla çalışırken bunu çok net görürsünüz. Örneğin, biri ‘Ben iyileşmeyeceğim.’ derse bu düşünce beyni etkiler. Plasebo etkisinin özü de budur. Kişi ‘Başım dönüyor.’ dediğinde beynin yüzde 40’ı bu inancı gerçekmiş gibi algılar ve kişi gerçekten sallanmaya başlar. Buna kendi kendini gerçekleştiren kehanet diyoruz. Yani insan yanlış bir şeye inanırsa, beyin o yanlış inancın gerçekleşmesi için altyapı oluşturuyor. Bu yüzden terapide birinci adım kişiye gerçekçi bir umut vermektir. Umut, insanın en vazgeçemeyeceği duygudur. Çünkü ümit bittiği anda, her şey biter.” dedi.
“Sosyal bilimlerin çözüm odaklı olması gerekir”
Sosyal bilimlerin yaklaşımlarını değiştirmesi gerektiğinin altını çizen Tarhan; “Sosyal bilimlerin bugüne kadar en çok yaptığı şey klasik bir yaklaşımdır. ‘Ben bilgiyi üretirim, gerisine karışmam.’ diyor. Halbuki sosyal bilimlerin çözüm odaklı olması gerekir. Üretilen bilginin topluma, insanlara ne faydası var? Bu soruyu sormadan yapılan araştırmalar eksik kalır. Sadece sorunu tespit etmek yetmez o soruna çözüm üretmek de gerekir. Eğer sosyal bilimler çözüm odaklı çalışırsa toplumda motive eden, yönlendiren ve farklı bakış açıları kazandıran bir alan haline gelir. Ne yazık ki bugün sosyal bilim projelerinin çoğu yalnızca probleme odaklanıyor. Deprem, yalnızlık ya da başka bir toplumsal mesele üzerine araştırma yapılıyor anketler hazırlanıyor, veriler toplanıyor ama çözüm önerisi eklenmiyor. Oysa çözüm perspektifini eklediğimizde sosyal bilim alternatif bakış açıları ve seçenekler üretebilir. İşte o zaman sosyal bilim topluma rehberlik eden bir yol gösterici olur.” diyerek sözlerini sonlandırdı.
Katılımcılar tarafından ilgiyle karşılanan program, toplu fotoğraf çekimiyle sona erdi.

