TARHAN Ailesinin Soy Ağacı

İnsan öleceğini bilen tek canlı!

SONY DSCTerkip ve İnşaa Dergisi Yazarı Metin Acıpayam, Prof. Dr. Nevzat Tarhan ile ihtisas sahası başta olmak üzere bilgi telakkisi ve Batı’nın epistomolojik işgali konulu bir söyleşi yaptı.

MADDEDEN ÖNCE MANA VARDIR

Evrenin yaratışında ilk bilimin dışına çıkan ne var? İlk matematik var evrende. Her şey hesaplı kitaplı ölçülü. İlk bilgi matematiksel olarak yapılmış. Evrendeki düzene baktığımız zaman, özellikle bu kuantum dinamiğinin ortaya çıkmasından sonra, madde tabanlı evren, yerini enerji tabanlı evrene bırakmıştır. Enerji tabanlı evrenden söz ediyorsak eğer, klasik pozitif bilimde madde yani materyalizm vardı. Madde esastı. Diyalektik materyalizm buna karşı önce madde var diyordu. Sonra maddeyi de gözlemleyerek soyut bilginin ortaya çıktığı tezini ortaya koyuyordu. Yani önce maddesel bilginin olduğunu, sonrada anlamsal bilginin olduğunu iddia etmekteydi. İşte bu sebeptendir ki, diyalektik materyalizm, maddeyi varoluşun merkezine almıştı. Ama kuantum dinamiğinden sonra şu ortaya çıktı: Evren enerji tabanlı bir evrendir. Yani maddeden önce mana var. Mesela bir marangozu düşünelim. Marangoz ustasının zihninde var olan bir masa önce marangozun zihninde var. Sonra madde olarak var. O halde, evrende bir yaratıcının zihninde var. Sonra evrende var. Yani Kuantum dinamiğinden sonra şu ortaya çıkmıştır ki, önce anlam, bilgi, proje var. Sonra uygulama. Şimdi böyle bir durumda olduğunuz zaman biyoloji bunun neresine oturuyor. Şöyle ki; elinize bir elma alın. Elmayı ikiye böldüğünüz zaman ortasından çekirdekler çıkar. Şimdi materyalist düşünen bir insan, elmanın içindeki çekirdeği görür.  Materyalist değil de, soyut düşünen insan ise, çekirdeklerin içindeki elmayı görür. Çünkü elmanın anlamı ordadır aslında. Çünkü o elma nesiller boyu devam ediyor. Bu görülmeyeni görmektir işte. Görülmeyen çekirdeğin içerisindeki elma ağacını görüyorsun. Çekirdeğin üzerindeki elmanın özgeçmişini görüyorsun. Yani elmanın geleceğini görüyorsun burada.

MEKKE’Yİ RUHSUZ İNSANLAR YIKACAK

Biyoloji, psikoloji ve sosyal bilimler temel bilimlerdir. Psikiyatride bu üç temel bilimi alarak psikososyal model ortaya çıkartmaktadır. Diğer temel bilimler normali incelerken, psikiyatri, anormali yani normalden sapmayı inceliyor. Böylece psikiyatrinin normalden sapmaları incelemesi bizlere normali öğretiyor. İnsan zihni anoloji ile bilgiye ve gerçeğe ulaşır. Mesela karanlık olmasaydı biz aydınlığı anlayamazdık, sıcaklık olmasaydı soğuk kavramını anlayamazdık. Mesela hayvanlar için anatominin yahut fizyolojinin bir önemi var mı? Yok. Çünkü ihtiyaç hissetmiyor.  Çünkü akıl yok. Ama insan öyle değil. İnsanda akıl olduğu için aklını kullanmak ister. Aklın en önemli argümanü üç türlüdür. Yani üç türlü akıl yürütme yöntemi vardır. Bunlar; tümden gelim, tümevarım ve mukayesedir. (anoloji). İnsan gerçeğe ulaşma yolunda bunlarla beraber ihtimal hesabı yönteminide kullanır.  Bu yöntem, kibrit mantığı olarak ta bilinen olasılık evrenini düşünerek olasılık hesabı yapar. Peki, psikiyatri burada ne yapıyor? İşte hastalıklardan bakarak normali anlamamızı sağlıyor. Böylece biyopsikososyal model ortaya çıkıyor. Bu medikal ve aynı zamanda tıbbi bir modeldir. Biyopsikososyal modelin psikiyatriyi kendi bünyesinde inşa ederek medikal bir model yapması, psikiyatri açısından bir handikap oluşturmaz. Çünkü psikiyatrik bir modelin olması yani bir tıp biliminin girmesi psikolojiyi ve sosyolojiyi açıklıyor. Şuanda bakıyorsunuz genetik bilim, artık sosyolojiyi de etkilemeye başladı. Bu nasıl etkiliyor sizce? Mesela şu an ilginç ve gizli deneyler yapılmaya başlandı. Özellikle insan ve maymun genleri üzerinde çalışıyorlar. Tüysüz maymunlar ve fiziki görünümü insan gibi maymunlar üretilmek isteniyor. Fakat bu maymunlar üretilerek çiftliklerde çoğaltılacak. Bunlara savaşma öğretilerek, ruhsuz insan görünümlü canlılar ortaya çıkarılacak. Bir nevi canlı makine yapılacak. Bu canlılar zombi haline getirilmiş, maymundan üretilen insan görünümlü pirimatlar yapılacak. Bu şu anda teorik olarak mümkündür. Bununla alakalı gizli projelerin olduğunu söyleyebiliriz. Mesela genlerle oynayarak nasıl domatesi bugün küçülterek kalın kabuklu hale getirilerek küçültüldü ve dört mevsim bulunabilir hale getirdiler.  Aynı şekilde insanında DNA’sıyla oynayarak aklı olmayan sadece yemek– içmek- üremek gibi fonksiyonu olan insan üretilme ihtimali yüksek. Geleceğin savaşçısı bunlar olacak. Bu çok ilginçtir. Bu bana ilginç bir hadis-i şerifi hatırlattı: “Kıyamete yakın Mekke’yi ruhsuz insanlar yıkacak.” tarzında bir hadis-i şerif bu. Kaynağını bilmiyorum ama böyle bir hadisin olması enteresan. Şimdi böyle bir durumda nasıl olurda biyolojiyi ihmal edebiliriz? Böyle bir durumda biyolojik tıbbi modeli nasıl göz ardı ederiz? O halde bizler genleri ihmal ederek sosyal bilimleri doğru şekilde kullanamayız. Çünkü insanın nerede ne yapacağını genetik kodlar belirlemekte. Mesela ne diyelim; Genetik kodlarımız diyor ki, saldırganlığın şu şekilde olacak, ona göre beyin belli bir ölçüde protein üretiyor. Hatalı protein üretiminde ise kişi şizofreni oluyor. Doğru protein üretiminde ise saldırganlığı doğru şekilde yönetiyorsunuz. Böyle bir durumda insanın şiddet uygulayıp uygulamaması, saldırgan olup olmaması gibi tanımlanmış genler var. Bütün bunları şunun için anlatıyorum; Biyolojiyi göz ardı ederek psikiyatriyi anlayamazsınız. Psikiyatriyi biyolojiden soyutlayarak ele alırsanız şöyle düşünürsünüz: Şimdi çok güzel bir müzik aleti olduğunu düşünelim. Nota olmadan eser olmadan bu müzik aletinin olması bir şey ifade eder mi? Bu sebeple ikisi birbirinin alternatifi değil birbirinin tamamlayıcısıdır. Bu sebeple evrende ruhsal bilgi varsa, bunun madde aleminde tezahür etmesi için biyolojiye ihtiyaç vardır. Biyoloji bizim donanımımızdır.  Evreden ki psikolojik bilginin ifade organı biyolojidir.

Şu anda bilimler yeniden yazılıyor. Kuantumdan önce her organ kendi başına çalışıyor biliniyordu. Fakat Kuantum dinamiğinden sonra bilimlerin bütünlüğü anlaşıldı. Bu bakımdan önceleri tesadüfi varoluş bakışı vardı. Tesadüfi varoluş bakışında evrende her şey tesadüfen var olmuş gibi bir kanaat hâkimdir. Bunun içindir ki bu görüşte bilimlerin bütünlüğü yoktur anlayışı vardı. Bütünlük gibi görünen şeyler sonuçtu sebep değildi. Ama şu anda bilimler tasarımsal varoluş olması gerekiyor. Önce bilgi var sonra madde var bakışıyla kuantum tabanlı evrene yani enerji tabanlı evrene baktığımız zaman böylece her şeyin dijital formata çevrilebileceği potansiyelini görüyoruz. Mesela dijital formata çevrilen ses çevrilip nakledildi, sesin yanında görüntü çekilip kaydedildi, şimdi kokuda dijital formata çevrildi. Karşı taraftan prekülsör denilen ön maddesi varsa buradaki bilgisayardan kokunun kodunu veriyorsunuz. Amerika’daki bilgisayardan kokuyu duyuyorsunuz. Oradaki kokunun tanımı ve titreşimi vasıtasıyla. Hologram teknikleriyle odanın içerisinde üç boyutlu görüntüler ve insan dolaşabilecek artık. Teknoloji bu hale gelmiş bulunuyor. Solunum ve titreşime dönüşebilen her bilgi nakledilebiliyor. Böyle bir durumda bilgilerin bütünlüğü kavramı ortaya çıktı. Yani hiç bir bilim diğerinden bağımsız çalışmıyor. Bilimler arasında son derece uyum ve ahenk var harmoni var. Bu harmoni içerisinde biyopskososyal bilimler içerisine biyopskososyal spritüel eklememiz gerekiyor. Hatta bilim teorilerinde içiçe giren daireler vardır.  En ortada atom altı parçacıklar, sonra atom var, sonra madde, maddeden sonra insan var, insandan sonra üns var, sonra toplum sonrada evren var. Böyle giriyor bu daireler. Bu durumda insani zorluk değilde davranış var, toplum var, evren var, en dıştada spritüalite var. Yani ruhsallık. Öztürkçede ruhsallığa tinsellik deniliyor. Tinsellik; yani spritüalite. Spritüalite, psikolojiden farklıdır. Spritüalitede maneviyat, anlamsallık ve soyut bilgi vardır. Misalen flash bellekle yükleyip bilgisayara yazılan bilgiler spritüal bilgilerdir. Diğerleri diğer bilgileri oluşturur. Bunun gibi evrende bilgi tabanlı bir evrenin varlığı kabul edilerek bu konu tartışılmaya başlanıldı. Özellikle İsviçre’nin Cenevre şehrinde yaptıkları son deneylerden sonra ışık hızından daha hızlı atomaltı parçacıklarının olduğuna dair deliller ortaya çıktı. Bunun üzerine bilimler yeniden yazılıyor. Yani bilimler birbirlerinin alternatifi ya da birbirlerine rekabet eden bilimler yerine birbirlerini tamamlayan bilimler var. O halde bilimlerde tasadüfi varoluşdaki doğadaki rekabet ve mücadele bilimde yok. Bu mücadelenin bilimde de olduğu kabul ediliyordu. Doğada mücadele var, bilimde mücadele var. Bu mücadele sonucunda güçlü olan ayakta kalıyordu gibi anlayışın olmadığı anlaşıldı. Ama şuandaki bilginin müthiş bir ahengin eseri olduğu anlaşıldı. Onun için biyopiskososyal modelde de evrende de birbirini tamamlayıcılık vardır. Bu sebepten burada bir savrulma söz konusu değil. Savrulma bizim algılarımızda var. Bilimlerin bütünlüğünü anlarsanız, bilimler uğraşan insanların bütünlüğünü göremediklerini anlarsınız. Merkeze maddeyi aldıkları için bu savrulma gerçekleşiyordu. Ama bilimlerin bütünlüğü konusu anlaşılınca bu savrulmadan bahsedilemez.

İnsan diğer canlılar içerisinde tek başına yaşamak üzere zihinsel olarak kodlanmamış. Yani bir insanı tek başına yaşamaya dair bir hücreye koyarsanız, 15 gün sonra bu insanın şizofren olma gibi bir durumun olma ihtimali yüksek. İnsan sosyal bir varlık. İnsanın kendisini sosyal bir dokunun parçası olmadığını gördüğü zaman hayattan zevk almasını etkiliyor. Bu sebeble yapılan bu bilimlerin sınıflandırma haritalarında sosyal bilimler, insan bilimini ilgi alanını karşılamıyor. Yani insanın davranışlarını sadece psikoloji ile indirgemek doğru değil. Psikolojiyi sadece davranışı bilimi olarak indirgenmişti. 1990 yılında bu anlayışa bir takım araştırmalar ile cevab geldi. Bu araştırmalar beyin üzerine yapılan araştırmalardı. Söz konusu yıllarda yapılan araştırmada insanın sadece davranışsal bir varlık olmadığını bunun yanında duygularının da olduğu anlaşılmıştır. Duygular bilimsel bir kategoridir. Kişinin duygularını değiştirerek düşüncelerini değiştiriyorsunuz. Düşüncelerini değiştirerek algılarını değiştiriyorsunuz. Algılarını değiştirerek davranışlarını değiştiriyorsunuz. Davranışlarını değiştirerek kararlarını değiştiriyorsunuz. Böyle bir durumda insanın duygularından hareketle düşüncelerini, davranışlarını, kararlarını değiştirebiliyorsunuz. Bunun için duygulardan hareketle bir insanı istenen şekilde yönlendirmek gibi bir durum ortaya çıkıyor. Ve insan ilminin duygularını analiz eden bir kişinin insanın nasıl karar verdiğini biyolojimi karar veriyor, yoksa psikolojimi? Mesela yapılan araştırmalar var. Beynin ön bölgesinde hasar oluşmuş kimselerin bütün karar mekanizmalarının beynin ön bölgesinde tümör bulunan eliot vakası var mesela. Bu kişi başarılı bir avukat. Beyninde mandalina büyüklüğünde bir tümör tesbit edilene kadar bu kişide kişilik değişimi yaşanıyor mesela. Daha önce dikkatli, çalışkan, titiz, başarılı bu kişi bu değişimle beraber kişiliğine uymayan anormal hareketler yapıyor. Sabah geç kalkıyor, toplum içerisinde geğiriyor, saçma sapan işler yapıyor, evliliği yürütemiyor, işini, eşini kaybediyor. Perişan vaziyette yaşarken bir emar çekilmesi gerekiyor. Bu çekilen emarda bu tümör tesbit ediliyor ve operasyonla alınıyor. Bu tümör çıkarıldıktan sonra kişi kısmen toparlanıyor ama bütün beyindeki

İNSAN ÖLECEĞİNİ BİLEN TEK CANLI

hasar onun hastalığının sebebi olduğu anlaşılıyor. Şimdi bu durumda bunun neresi psikoloji? Neresi biyoloji? O kişinin karar mekanizmaları bozulmuş zaten. Demek ki bizim ruhsal yapımızı yöneten beynin ön bölgesi. Geçenlerde bir doktor arkadaşım anlatıyordu. Bir imamın çocuğuna antidepresan ilaç vermiş idrar kaçırmayla alakalı bir hastalık için. Çocuk henüz beş yaşında. Beş yaşındaki çocuk birdenbire anormal hareketler sergileyerek babasına beni evlendir gibi sözler söylemeye başlamış. İlacın etkisiyle çocukta anormal davranışlar olmaya başlıyor. Bu davranış değişikliklerinin artmasıyla çocuğu bir araştırıyorlar ki, mani dediğimiz durum ortaya çıkıyor. İlacın yan etkisi olarak çocukta kişilik değişimi başlıyor ve hipomani dediğimiz ruh hali başlıyor. Çocuk bu ruh halinden ilacı kullanmayarak kurtuluyor. Şimdi beyin kimyasına müdahale ettiğiniz zaman kişinin kişiliği değişiyor, bunun neresi ruhsal? Neresi biyolojik? Ruhsal yapımızın aracı organı beyin. Bu aracı organla oynarsanız ruhsal yapımızın mana dünyasından madde dünyasına yansımasını bozmuş olursunuz. Bu sebeble bütün bilimler beşeri bilimler olarak söylediğimiz bilimlerin hepsi biyolojiden bağımsız değil. Biyolojiyi yok sayarak  bir insan sosyal bilimle uğraşıyorsa yolu şaşırır. Genlerin sınırının dışından sosyal bilimler çıkaramazsınız. Mesela bir kadını erkek, erkeği kadın yapamazsınız. Bu sebeple sosyal bilimler biyolojinin verdiği kodlar dışında, kodların içerisinde sosyal bilimler ve davranış bilimleri hareket ediyor. O halde davranış genetiği önemli bir alan. Genetikten bağımsız sosyal bilimle uğraşmak büyük bir hatadır. Yanlış yaparsınız. Bu biyolojik indirgecilik değildir buraya dikkat edelim. Her şeyi biyolojiye bağlamak yanlış olduğu gibi, her şeyi sosyal indirgeciliğe bağlamakta yanlış. Çünkü bunların arasında ciddi bir denge vardır. Tıpkı sıcaklık ve soğukluk arasındaki denge gibi. Birine ağırlık verirsin öbür taraftan terazinin kefesini bozarsınız. Bu sebeple evrenin var oluş modeli biyopsikososyospiritüel modeldir.

İnsanın konuşan hayvan olarak tanımlanması Descartes ile başlayan bir gerçek. Fakat 1990 yılından itibaren bir sinirbilimci Descartes’in yanılgısı diye bir kitap yazdı. Bu kitaptan sonra bu paradigma Batı’da değişmeye başladı. Bu kitapla beraber insanın gelişmiş bir hayvan olmadığı, insanın özel bir varlık olduğu ortaya çıktı. Madde dünyasının içerisinde var olan insana evrimci bir bakışla baktığınız zaman insanı tesadüfi bir bakışla indirgersiniz. Darwin’in meşhur dörtlemesine bakarsanız orada şunu görürsünüz; Önce kimyasallar vardı, kimyasal ateşlenmeyle beraber yosun ortaya çıkıyor, yosundan sonra balıklar ortaya çıkıyor, daha sonra kertenkele ortaya çıkıp yürümeye başlıyor karada. Bununla beraber sürüngenler çıkıyor. Sürüngenlerin içerisinde daha sonra çeşitli mutasyonlarla diğer canlılar ortaya çıkıyor gibi evrimin böyle tesadüfi varoluş çerçevesinde; Yaşam bir mücadeledir ve doğal seleksiyonla beraber güçlü olan ayakta kalır anlayışıyla, Darwin, meşhur dörtlemesini ortaya atıyordu. Darwin’e göre tesadüfi varoluş varsa hayat mücadelen ibaretti. Güçlü olan ayakta kalacaktı. Fakat şu anda DNA’nın bulunmasıyla beraber evrimin geçersizliği anlaşıldı. Yani DNA’ın bulunmasıyla evrime büyük bir darbe vurulmuş oldu. DNA’ın bulunması aynı zamanda varoluşun tesadüfi olmadığı anlaşıldı. Çünkü insanın DNA’sı ile şempanzenin DNA’sı arasında % 60-70 civarında benzerlik var. Bazı araştırmalara göre şempanzenin DNA’sının %98 oranında insan DNA’sıyla aynı olduğu anlaşıldı. Şempanze ile insan arasındaki fark %2-3 oranında mı? Burada şunu söylemem gerekiyor ki, insana gelişmiş hayvan diyemeyiz. Tesadüfi varoluşta üç şey açıklanamıyor. Bunlardan birincisi; sembolik düşünce, ikincisi; kavramsal düşünce, üçüncüsü; anlamlılık arayışıdır. Bu üçü açıklanamıyor. Her insan nasıl-niçin sorularını arıyor. Hatta bununla ilgili metokoknisyon genlerinden söz ediliyor. Yani zihinüstü genler, bu genlerin dört tane olduğu söyleniyor.  İnsanı şempanzeden ayıran bu genlerin olduğu tartışılıyor şimdi. Bu genlerden bahsedeyim. Bunlardan, birisi anlamlılık geni. Yani bir hadise ile karşılan insan neden-niçin sorularını soruyor. Karnı doyan bir hayvan bu soruları sormuyor. Hastalanan bir hayvan, hastalığın sebebini araştıramıyor, fakat insan öyle değil. Anatomiyi ve fizyolojiyi bulacak derecede araştırmalar yapıyor. Bu araştırmaların sebebi insanda  anlamlılık genine sahip olmasından kaynaklanıyor.

İkincisi zaman algısıyla ilgili genlere sahip insan. İnsandan başka zamanın farkında olan başka canlı yoktur. İnsan dışındaki diğer canlılar geçmiş ve geleceği algılamıyor. İnsandaki üçüncü metokoknisyon gen ise yeniliği arama geni. Mesela bu gen bulundu şuan.  İnsandaki dördüncü metokoknisyon gen ise, insanın ölümün farkında olmasıdır. Öleceğini biliyor, diğer canlılar öleceğinin farkında değil. Yani sadece bu dört gen sebebiyle insan diğer canlılardan ayrılıyor. Bu dört genin insanda bulunması tesadüfi varoluşla açıklanamayacak kadar karmaşık ve girift bir yapıya sahiptir. Mesela bir uçak düşünün. Uçağın bütün materyalleri bir yerde yığılı duruyor. 50 sene rüzgar fırtına esiyor. Bu fırtına ve rüzgardan sonra bu yığılı materyaller uçak haline geliyor. Bu mümkün değildir. Hatta matematik hesaplarında olasılık hesapları vardır. On üzeri ellinin üzerinde bir olasılık varsa matematik ilmine göre o iş imkansız kabul ediliyor.  Sadece DNA’ın -telomer denilen DNA’ın-  kaç defa çoğalacağını yani ömrünü gösteren aminoasit zincirinin oluşması için on üzere altıyüzelliiki olasılık hesabı lazım. Bunu şu şekilde de hesaplayabiliriz. Mesela elinize bir kalem alarak fırlatın. Bu kalem sivri ucunun üzerine düşsün. Üç defa üstüste bu kalemi sivri ucuna düşürmek, on üzere onyedi olarak hesap edilmiş. İki kalemi alıp aynı anda fırlatıp ikisini de ucu ucuna getirtmek,  üçünüde aynı anda fırlatıp ve tekrar üçünü birden sivri ucuna getirmek, on üzeri elli altı oranını verir. Yani üç tane kalemim var. Üçünü de 56 defa fırlattığımız zaman ancak bir araya geliyor. Yani kalemi bile fırlattığınız zaman sivri uçlarının bir araya gelmesini sağlayabilmek olasılık hesaplarına göre imkansız. Böyle bir durumda DNA’nın dizilimini düşünün. DNA’ın diziliminin tesadüfen bir araya geldiğini düşünmek matematik ilmine göre imkânsız. O halde bunu yapabilecek bir dış gücün olması lazım. Kendini göstermeyen bir dış irade gerekiyor. Bu sebeple insan gelişmiş bir hayvan değil. İnsan dış irade tarafından, ya bir görüşe göre maymun DNA’sından  özel olarak tasarımsal varoluşla yaratılmış bir varlıktır. Yahut da doğrudan topraktan yaratılmış. Mesela Kur’an’ı Kerim’de insanın topraktan yaratıldığını söylüyor. Şimdi toprağın yapısında hangi maddeler var, “karbon, oksijen, hidrojen, azot”. Yani insanın varoluşunun özü topraktan gelmektedir. Bu noktada Şeytan insana neden itiraz ediyor? Kendisinin ateşten yaratıldığını söylüyor. İnsanın topraktan çamurdan yaratıldığı söylüyor. Ondan daha üstünüm diyor.  Buradaki yaratılma kavramını ele alalım. Bir yaratıcının yeni bir DNA yapması için maymunun genine ihtiyacı yok. Bu kadar mükemmel bir evreni yapan,  DNA’dan yeni bir insan DNA’sı yapabilir. Ama evrendeki ahenge uygun bir maymun DNA’sı ile insan DNA’sının birçok benzerliği olabilir. Yosun da olduğu gibi. Yani evrim eğer tesadüfi varoluşu değil de, tasarımsal varoluşu kabul ederse evremin, semavi öğretilere ters düşmediğini söyleyen görüşlerde var. Bu sebeple zamanı gelince yaratıcı ilk canlıyı topraktan yaratmış ve en akıllı canlıyı da topraktan yarattığından yaratmış olması insanın topraktan yaratılmış olması sözünü yalanlamaz. Çünkü maymunun vücudu da topraktan yaratılmış. Bir zincirdir o. Direkt topraktan değil de maymundaki mutasyonla oluşturulup yaratılmışta olabilir. Bu sebeple evrimin böyle  yorumları da yapılabiliyor.

Olmayan varlıkların görünmesi mi, görünmeyen varlıkların olması mı daha mantıklıdır? Burada ikisi de mümkün ve muhtemeldir. Tıpta halüsinasyon kavramını anlamamız gerekiyor. Halüsinasyon bir algı bozukluğu olarak kabul ediliyor. Kişiye bir ilaç veriyorsunuz. Öğrencilik yıllarımda rastlamıştım. Deneysel amaçlı bir ilaç, genç yaşta kişiye verilmişti. Bu genç çok sağlıklı idi. İlaçla beraber çeşitli halüsinasyonlar görmeye başlamıştı. İlacın etkisi geçip te ne gördüğünü anlattığında, çeşitli insanlar gördüğünü söylemişti. Yani bazı kimyasallar verilmeye başlandığı andan itibaren bu çeşit halüsinasyonlar görülmeye başlanır. Mesela alkol kullanan bir şahıs, alkolü bıraktığı zaman yatağında böcekler görmeye başlıyor. Bu halüsinasyonların görülmesi kişinin beyninin bir bölgesinin farklı çalıştığını gösteriyor. Yani beyin objesiz algılamaya başlıyor. Beyin objesiz algılama yaptığı zaman olmayan şeyler görünüyor. Bu kişi yalan söylemiyor, gerçekten görüyor. Ama bu kişi ile beraber ikinci birisi bunları görmüyor. Çünkü beynin kişiye oyun oynamasıdır bu durum. Bu halüsinasyondur ve hastalıktır. Bu durum ilaçla tedavi edilip düzeltilebiliyor. Bu kişinin olmayan varlıkları görmesi değildir bu. Beynindeki kayıtlı bilgilerin ya da hayal dünyasındaki var olan bilgilerin çeşitli biyolojik mekanizmaların bozulmasıyla aktif hale geçmesi. Bu durum pozitif bilimlerin iflası manasına gelmiyor. Olmayan varlıkların yani ışınsal varlıkların olmadığı manasına geliyor mu? Ona da gelmez. Bu kişinin gördüğü varlığın, ışınsal varlık olup olmadığı yönündeki bilgiyi biz bilemeyiz. Mesela böyle kişilere bazı dualar okuyorlar. Cevşeni kebir okuyorlar. O kişinin görüntüleri kaybolabiliyor o anda. Böyle bir durumda biz ancak şunu biliyoruz ki, evrende ışınsal varlıkların olmadığını göstermedikçe, ışınsal varlıklarla alakalı bilim yorum yapamaz. Bu konuda kanıtım yoktur diyebilir ancak. Ama atom altı parçacıkların hareketleri anlaşıldıktan sonra, ışık hızından daha hızlı hareket eden ki piskon olarak tanımlanıyor bunlar. Graviton mesela. Graviton, gezegenlerin birbirini çekmesini sağlayan atomaltı parçacık. Piskonda belki evrendeki  insan dışı diğer varlıkların varlığını tamamlayan kodlardır belkide. Mesele şu anda odada oturuyoruz.  Havada bir sürü mikroplar uçuşuyor. Bunların hepsini doku kültürüne koysanız bir müddet sonra havadaki tozlar mikrop olarak ürerler. Uçuşu görmememiz olmadığı manasına gelmiyor. Ama aynı şekilde bizim elektromanyetik enerji şeklinde evrende dolaşan radyan enerjinin bunları ruh, melek, cin gibi dinlerin tanımlanmasını bilimlerin karşı çıkması manasına gelmez. Şu anda bilim bunu isbat edemedi denilebilir. Bu sebeple biyolojinin ve pozitif bilimlerin isbatı manasına gelmez. Sadece biyolojik bilimlerin fizikbilimleri ve elektromanyetik bilimlerinden yardım alması ihtiyacını ortaya çıkarır. Yani burada elektromanyetik spekrum içerisinde evren incelendiği zaman kuantum dinamiğiyle incelendiği zaman insan hem var hem yok kuantum dinamiğine göre. Yani insan sadece bilinçli bir gözlemci. Bilinçli olarak gözlemlediği zaman madde haline geliyor. Gözlemlemediği zaman soyut bilgi haline geliyor ve enerji bandını değiştirmiş oluyor. Bu sebeple insanın öldükten sonra farklı bir enerji bandına dönüşmesi zamanın kırılmasını yaşaması insanın sonsuzluğa geçiş yaptığını kabul etmemizle alakalı.  Pozitif bilimi sadece beş duyuyla açıklayamıyoruz. Yani varoluşu beş duyuyla açıklamaya çalıştığınız zaman (görme, işitme, tatma, koklama) gibi duygularla açıklamaya kalkarsanız açıklayamazsınız. Zaten duyular otuzun üzerine çıktı. Mesela kimyasal duygular, manyetik duygular. Misalden güvercinlerin beyinlerinde demir iyonuyla çalışan hücreler bulundu. Bu sebepten güvercincileri buradan bırakıyorsunuz, Kudüs’e gidiyor. Nasıl gidiyor? Elektromanyetik hücreleri algılayarak hedefi buluyorlar. Güvercinin bu özelliği insanda yok mesela. Demir iyonları güvercinlerin beyinlerinde pusula gibi çalışıyor. Yani pozitif bilimler din bilimlerini tanımlanıyor. Pozitif bilimler dinlerin alternatifi değil birbirinin tamamlayıcısıdır.

Metin ACIPAYAM – AKADEMYAYA DOĞRU

 

Okunma : 8910

 

İlgili

Haberler

Foto Galeri